"Ne yaparsan olur, ne yapmazsan olmaz!"

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Harry Potter Hayranlarını Anlayabiliyorum :P

"Kitabı filminden daha iyi yeeaaaaa!" sığlığındakileri bir kenara bırakırsak, çoğu Harry Potter hayranının özellikle The Order of the Phoenix'ten itibaren huzursuz olduklarını, filmlerde gereken tatmini yaşayamadıklarını görüyorum, duyuyorum, yaşıyorum. Bu durumun ortak paydası olan yönetmen David Yates ise baş günahkar olarak ortaya sürülüyor.

Harry Potter serisini takip eden birisi olmadığımdan, bu uyarlamalar üzerinden yorum yapamayacağım ancak geçen gece şans eseri denk geldiğim 2005 yapımı The Girl in the Cafe üzerine birkaç şey söyleme niyetindeyim.

Lawrence (Bill Nighy) sosyal hayatta içine kapanık, yalnızlığın karanlık sularında dibe doğru sürüklenmekte olan üst düzey bir diplomattır. Bir gün kısıtlı öğle arasında çay içmek için uğradığı kafede, yer kıtlığından dolayı genç ve güzel Gina (Kelly Macdonald)'ın masasına oturur. İkili arasında başlayan ilginç ilişki açılan telefonlar, beraber yenen akşam yemekleri ve en sonunda da Lawrence'ın G8 zirvesi için İzlanda'ya yapacağı toplantıya Gina'nın da eşlik etmesiyle ileri seviyelere taşınır.

Buraya kadar İngiliz mizahıyla soslanmış kendi halinde romantik bir janr tutturup ilerleyen film, bu noktadan sonra eksen kaymasına (!) uğruyor. Kendini bir anda dünyaya hükmeden 8 ülkenin kocabaşları (başbakanlar, maliye bakanları vs) arasında bulan Gina istemsizce diplomatlarla laf dalaşına girişiyor, Afrika'nın durumunu tartışıyor. Yönetmen, Gina kılığında ekrana çıkıp kendi propagandasını yapmaya başlıyor. Gözümüze sokarcasına mesaj bombardımanına tutulan bizler izlerken başlarda "kız doğru söylüyor aslında" desek de bir süre sonra "tamam anladık" moduna geçiyoruz. Sinemada en nefret ettiğim hatalardan birine, alakasız konuları bir araya getirip çorba şeklinde sunma hatasına düşüyor Yates. Verilmek istenen mesajlar, özellikle bugün Afrika'nın kuraklık içinde çırpınışı acılı yüreklerle izleyen insanlar tarafından önemsenen ve değer verilen yönde olsa da, bu fikirlerin filme yedirilmesi, estetik açıdan sırıtmaması da yönetmenin başlıca görevi olmalıyken, Yates bu durumdan bihaber tavırla ilerliyor. (Bu işi en iyi başaran adamlardan biri benim gözümde Ken Loach'tur. Loach ın filmi çekerkenki amacı daha ilk sahneden bellidir ve bu yönden Loach filmleri siyasal kimlikler ve mesajlar üzerinde ilerleken, sahip olduğu tutarlılık seyircide yavan bir tat oluşmasını engeller, The Girl in the Cafe'nin tam tersi, yani!)

Filmin elle tutulur kısımları ise Bill Nighy ve Kelly Macdonald'ın karşılıklı başarılı oyunları ile arada kulaklara ziyafet çektiren Damien Rice ve Sigur Ros tınıları...

Neyse, aslında tek bir yerden saldırıp laf sokmak adetim değildir pek ancak eğer David Yates sinema anlayışın ve estetiğini televizyon sınırlarından kurtaramayıp Harry Potter serisini çekmeye kalkmışsa, kendisine yönelik eleştirilerde haklılık payı oldukça yüksek olmalı. Napalım kısmet!


JIM JARMUSCH


"Bağımsızlık bana göre, işini bir pazar kavramına göre yapmanın buyrulmasından ya da işinin böyle bir kavram tarafından biçimlendirilmesinden bağımsız olmak demektir. Bağımsızlık sanatında özgür olmak demektir.”

der Jim Jarmusch 1996 yılında Sundance Channel internet sitesine verdiği bir röportajında. Sinemada bağımsızlık kavramının iyice muğlaklaştığı bir endüstriyel dönemde Jarmusch sineması en iyi bu sözlerle özetlenebilir herhalde.

Jim Jarmusch aslında gazetecilik ve edebiyat alanlarında öğretim görmüş biri. Columbia’da avantgarde şiirler üzerine odaklanmış eğitimine devam ederken, bir yaz tatilinde gittiği ve sonrasında 1 yıl sürdüreceği Paris serüveni ise sinemaya olan ilgisini başlatmıştır belki de. Zira Paris’te kapısından içeriği girdiği Cinematheque, Jarmusch’un Dziga Vertov, Jean Vigo, Yasujiro Ozu gibi sinema teorisyenleri ve yönetmenleri ile tanışmasına, Paris dönüşünde ise New York University’ de sinema eğitimleri almasına önayak olmuştur.

Sinema okulundan mezun olamamış olmasına rağmen burada tanışma fırsatı bulduğu ünlü film noir yönetmenlerinden Nicholas Ray’in yardımlarıyla geleceği şekillenmeye başlamıştır. Jim Jarmusch bu anlamda mektepli-alaylı ayrımının orta yerinde kendine yer edinmiş, her ne kadar okulda öğrendiği teknik detayların öneminin farkında olsa da eline kamera almadan ortaya bir şey koymanın imkansızlığını da tecrübe edinmiştir.

Jarmusch, sinema okulundaki bitirme projesi olan ilk filmi Permanent Vacation (Sürekli Tatil) jüri tarafından yeterli görülmeyince okulu bırakır. Bir yabancılaşma ve boşluk içinde bulunma hikayesi olan Permanent Vacation, Jarmusch sinemasının hangi temelleri üzerine yükseleceğine dair ipuçları veriyordu adeta. Diyalogtan sıyrılmış, mizansenin önemini kavramış, etkilendiği sanatçılara göndermeler içeren (filmin baş kahramanı Charlie Parker ismini ünlü bir saksafoncudan alır, ayrıca sinema sahnelerinde Nicholas Ray afişleri asılıdır), punk kültürünün asiliğini kullanarak kendi kafasının dikine giden bir sinema anlayışıydı bu. Permanent Vacation filmi geniş yankı uyandırmamış görülse bile (zaten nihayetinde bir okul projesiydi), zamanla kült yapımlar arasında yerini almıştır.

Jim Jarmusch asıl patlamasını 1984 yapımı Stranger than Paradise (Cennetten de Garip) ile yapmıştır. Bu filminde Jarmusch’un temel aldığı sorun iletişimsizlikti. Macaristan’dan gelen bir kızın iki Amerikalı arasında bir nevi katalizör görevi görmesi, bunun yanında “dışarından” birinin Amerikan Rüyası’na dair izlenimleri mizah sosuyla ekrana yansıtılırken, film başta Cannes’ta kazandığı Altın Kamera olmak üzere çeşitli festivaller tarafından ödüllendiriliyordu.

Jarmusch bir sonraki filmi olan Down by Law (İçeridekiler) ile bir önceki filmiyle aynı sorun üzerine eğiliyordu. Aynı hücreye düşen iki Amerikalı birbiriyle hiçbir şey paylaşamazken, yanlarına gelen ve İngilizce’yi yeni sökmeye başlamış bir İtalyan sayesinde ayağa kalkıp beraber zıplayarak tekerleme bile söylüyorlardı. Jarmusch bir yandan karşındakini anlamak için sadece sözlere gerek olmadığından dem vururken, bir yandan da birbirine yabancılaşmış Amerikan toplumundan ve bu konudaki vurdumduymazlıklarından dert yanıyordu.

1989 yapımı Mystery Train (Gizem Treni) Elvis Presley’i ve memleketi Memphis’i merkezine yerleştirerek bir suç vakasını üç farklı gözden anlatırken, bir sonraki Jarmusch eseri olan Night On Earth (Dünyada Bir Gece) ise kamerasını 5 farklı şehre, 5 farklı taksi şoförüne çeviriyordu.

1995 senesine gelindiğinde ise çoğu kişinin geniş kitlelere ulaşması sebebiyle en başarılı filmi olarak değerlendirdiği, Dead Man (Ölü Adam) i çekiyordu Jarmusch. Western türünün kodlarını alıp kendince yorumlayan Jarmusch başroldeki Johnny Depp’in karakterine ünlü şair William Blake ismini verirken, Kızılderili kahraman ise Nobody (Hiçkimse) olarak çağrılıyordu. Bir nevi beyaz adamın kendiyle hesaplaşması olan filmde, ölüme olan yolculuk Blake dizeleri ile bezeniyor, ortaya çıkan stilize anlatımla Amerikan’ın vahşi kapitalizmi yerden yere vuruluyordu.

Dead Man’ den sonra Year of the Horse filmiyle Neil Young’ın peşinden turneye çıkıp, belgeselvari bir yapım ortaya koyan Jarmusch, 1999 yapımı Ghost Dog: The Way of Samurai (Hayalet Köpek: Samuray Tarzı ) ile seyircinin karşısına çıkıyordu. Gayet açık bir şekilde, kendisinin de gururla ifade ettiği üzere, 1967 çıkışlı Jean-Pierre Melville yapımı Le Samourai’ye selam çakan filmde, Uzakdoğu mitleriyle kendini yetiştirmiş bir kiralık katilin yalnızlığı ve erdemli duruşu yansıtılmaktmaydı. Jarmusch’un Yamamoto Tsunetomo ‘nun Hagakure: Bir Samurayın El Kitabı’ndan aldığı alıntılarla iyice eklektik bir yapıya bürünen film, Jarmusch külliyatında kendine ayrı bir yer ediniyordu.

2003’te, önceden çektiği ve yenilerini eklemeyi ihmal etmediği kısa film serisi Coffee and Cigarettes’i (Kahve ve Sigara) bir çatı altında toplayan; bunu yaparken de Bill Murray, Cate Blanchett, Steve Coogan, Iggy Pop, David Bowie, Steve Buscemi gibi isimlerle çalışan Jim Jarmusch, 2005 yapımı Broken Flowers (Kırık Çiçekler)’da ise oğlu olduğunu öğrenen çapkın bir adamın çocuğunu bulmak için çıktığı yol serüvenini anlatıyordu.

Broken Flowers ile artık yaşlandığı ve üzerine eğildiği konuları değiştirdiği ima edilen Jim Jarmusch 2009 yapımı son filmi Limits of Control’de The Ghost Dog: The Way of Samurai’ye yakın bir konuyu ele alarak bir gangsterin yalnız yolculuğuna çeviriyordu kamerasını. Avrupa’nın estetik sokaklarını kendine mizansen edinen film, durduğu nokta ile biraz havada kalıyor olsa da Amerikan’ın emperyalist tutumuna gönderme yapmaktan da geri kalmıyordu.

Tüm bunların ışığında Jim Jarmusch sinemasının genel bir fotoğrafını çekmeye çalışırsak (zira Jarmusch’u herhangi bir şekilde sınırlandırmak oldukça zordur), Amerikan toplumundan yola çıkarak modern insanlığın en önemli sorunları olarak gördüğü iletişimsizlik, yabancılaşma, kapitalizmin insanlar üzerindeki etkilerini daha çok minimalist bir estetikle sunduğu kanısına varabiliriz. Ortaya böyle bir dilin çıkmasında şüphesiz ki Jarmush’un geçmişi önemli rol oynamaktadır. Zira daha önce de belirttiğimiz gibi 1 yıllık Paris gezisinde önemli yönetmenlerle tanışmış ve içinde bulunduğu punk kültürü ile de sisteme karşı bir duruşa sahip olabilmiştir. Bunun yanında entelektüel birikimi hemen her filminde bazen bir şair, bazen bir müzisyen bazen de bir kitap olarak karşımıza çıkan göndermeleri ile göze çarpmaktadır. Bu anlamda Jarmusch filmleri, sinemanın post modern damarından da beslenen eklektik bir yapıya da sahiptir.

Bir başka Jarmush karakteristiği ise, her filminin bir yolculuk içermesidir. Bu bazen ölüme (Dead Man ve The Ghost Dog), bazen çok sevilen bir müzisyene (Mystery Train, Elvis Presley) bazen de bir taksinin şoför koltuğunda yolcunun istediği yere (Night on Earth) yapılan yolculuklardır.

Kısaca Jarmush tam anlamıyla bir sınıfa sokulamayan bu anlamda da günümüzün en bağımsız ruhlu yönetmenlerinden. İzleyiciyi bir yolculuğa çıkaran ve bu yolculuğu sırasında William Blake, Robert Frost, Nicholas Ray, Charlie Parker, Elvis Presley, Neil Young, Yamamoto Tsunetomo gibi isimlerle yoldaşlık yaptıran bu ‘punk ‘adamın film çekmeye devam etmesi sinemanın muhalif ruhu için büyük bir şans olarak görülebilir.

Bir şeyler yazmak, paylaşmak, dönüp arkaya baktığında geçmişte nelerle uğraştığına hayatına nelerin girip çıktığına bakmak güzel şey. Bu blog olayı da sanal hafıza yaratma konusunda en basit, en akarı kokarı olmayan yöntem. Bu yüzden etkileyici, kitleleri sürükleyici yazılar karalamak pek harcım olmasa da kafama estiğince yazmaya devam etme kararı aldım. Bakalım hevesimi ne kadar sürdürebileceğim.

10 Eylül 2009 Perşembe

DİNLEMELİ-OKUMALI-SEYRETMELİ İŞLER :) - 10.09.09

DİNLE: Bu hafta sizlerle paylaşmak istediğim grup, Die fetten Jahre sind vorbei (Eğitmenler, 2004) filminin vurucu final sahnesinde çalan Jaguar adlı şarkı ile tanıdığım beige GT. Almanya çıkışlı grup elektronik tabanlar üzerinde yükselmeyi seven ve punk, indie tınıları ile şarkılarını destekleyen bir grup. Dinlediğim şarkılar çerçevesinde söyleyebilirim ki, grup değişik tarzlar arasında gezinmeyi seven, bu bağlamda geniş kitlelere hitap etme potansiyeline sahip bir oluşum.


sitesinden şarkılarına ulaşılabilecek olan bu güzide Alman grubuna bir kulak vermekte fayda var.


OKU: Sadizm kavramının çıkış noktası Marquis de Sade'ın Erdemle Kırbaçlanan Kadın adlı kitabı, sert üslubu ile insanın sahip olduğu iddia edilen(!) değer yargılarına korkusuzca saldıran bir başyapıt. Kitapta gösterdiği her erdemli davranışta acımasızca cezalandırılan Justine'in başından geçenler anlatılırken, yakalanan hava yapıtın sanki bir felsefe metni izlenimi oluşturmakta. Zira Justine'in karşılaştığı "kötü adamlar"ın kişiligini tasvir etmedeki abartılar, yine bu kötü kişilerin -kendilerinden hiç de beklenmeyen bir şekilde- verdigi felsefi demeçler bu savı destekler nitelikte. Eserde Justine'in saflığı ve başına gelenler, bir süre sonra okuyucunun gözüne sokulur bir halde anlatılmaya baslanmıs ki bu durum zaman zaman sinirleri de geriyor acıkçası. Muhtemelen Marquis de Sade'in okuyucunun dikkatini çekmek ve derdini ele güne gösterebilmek amacıyla başvurduğu bu teknik kitabı etkisini arttırmakta. İnsanlığın masumiyetine güvenenlerin özellikle okuması gerek bu kitabı diye düşünmekteyim.


İZLE: Geçtiğimiz yılın en çok ses getiren yapımlarından biri olan Hunger (Açlık) İrlanda'nın özgürlük mücadelesi ve Bobby Sands'in direnişini
; öncüllerinden farklı bir yol izleyerek, bir kahraman yaratma yoluna gitmeyerek ekrana taşıyor. Yönetmen Steve McQueen bu ilk filminde bu mücadelede İngiliz Hükümeti'nin baskıcı tutumunun sonuçlarını insan vücudunun iflası üzerinde göstermeyi amaçlamış. Bu anlamda F tipi cezaevlerinin insan ruhu üzerindeki etkisine eğilen Sonbahar (Özcan Alper) ile bütünlük oluşturan film, birçok festivalde Sonbahar ile beraber gösterilmişti. Kendi gerçekliğini yaratarak çarpıcı sahnelerle izleyiciyi diken üzerinde oturtan, Michael Fassbender'in inanılmaz oyunculuğunu kattığı bu film, bahsedilen olaya değişik bir açıdan bakmak için ideal bir film.




28 Ağustos 2009 Cuma

DİNLEMELİ-OKUMALI-SEYRETMELİ İŞLER :) - 28.08.2009

Efendim! Yeni bir uygulama başlatarak kafayı taktığım şarkıları, filmleri ve kitapları haftalık bülten şeklinde buradan sunmaya çalışacağım. Yeni aklıma geldi bu. Bir nevi haftanın şarkısı, filmi, kitabı şeklindeki bir uygulama bu. Çok orijinal!

DİNLE: 4 sene önce kardeşim vasıtasıyla tanıştığım VAUX grubunun şarkıları o zamanlar amatör kayıtlar şeklinde dinlenebiliyordu. Zamanla profesyonelleşmişler; albüm çıkartıp, klip çekmişler. Ancak myspace sayfalarında 2007 yılında dağıldıkları gibi bir ibare ile karşılaştım. Öyleyse yazık olmuş. Are you with me? şarkıları çok gaz. Van Fong şarkıları ise bir o kadar damar. Post-rock, hard core melezi bir türe sahipler. Kulak vermekte fayda var.

Daha fazlası için: http://www.myspace.com/vaux


İZLE: Son zamanlarda etrafımdakilerin başını "izleeee izleee" diye yediğim bir film var: John Carney'in 2007 yapımı Once filmi. The Frames grubunun solisti Glen Hansard ile onun biricik eşi Markéta Irglova'nın oynadığı müthiş bir "müzik filmi". Müzikal demeye dilim varmıyor, çünkü alışageldiğimiz müzikal türlerinin dışında bir seyir izlemekte film. Babasının süpürgeci dükkanında çalışmasının yanı sıra sokak çalgıcılığı yapan Glen, bir gün bir kızla tanışır. Kız müthiş bir şekilde piyano çalabilmektedir ve beraber albüm çıkarmaya karar verirler. Oldukça klişe görünen bu konu elemanların çaldığı "İrlanda soslu indie" türündeki şarkılar ile bezenerek izleyeni diyar diyar gezdiriyor adeta. Özellikle Marketa Irglova'nın dilinden dökülen "If you want me" kanırta kanırta ağlatıcı bir özelliğe sahip. Ayrıca belirtmekte fayda var, müzisyen ikili filmde çaldıkları Falling Slowly parçalarıyla Oscar kazanmışlardı. Geç kalmadan izlemek gerek. Misal ben kendime oldukça kızmaktayım bu filmi izlemeyi sürekli ertelediğim için.


OKU: En son bir arkadaşımdan ödünç aldığım Tavandaki Kukla(Dukken i Taket) isimli kitabı okudum. Ülkemizde Beyaz Zenciler ile hatırı sayılı bir hayran kitlesi olan Norveçli yazar Ingvar Ambjörnsen'in 2001 tarihli bu kitabı; tecavüze uğrayan kardeşinin intikamını almaya çalışan Rebekka'nın gözünden adalet sistemi, suç ve ceza kavramları ile insanın doğasına dair çıkarımlarda bulunmaya çalışıyor. Yalın bir dille anlatılan öyküde zaman zaman boşluklar göze çarpsa da etkileyici finali ile kitap insanı düşünmeye sevk ediyor.

Ambjörnsen ülkesinin en değerli yazarlarından. Değindiği konular itibariyle bir nevi "ayrık otu" simgesi oluştursa da, aldığı edebiyat ödülleri kendisinin ne denli başarılı bir yazar olduğunu ortaya koyuyor. Şu ana kadar çok az kitabı Türkçe'ye çevrilmesi bu anlamda bir kayıp. Yetkililer burayı okuyorlarsa, bir olurunu yapsınlar şu işin artık :)