28 Ağustos 2009 Cuma

DİNLEMELİ-OKUMALI-SEYRETMELİ İŞLER :) - 28.08.2009

Efendim! Yeni bir uygulama başlatarak kafayı taktığım şarkıları, filmleri ve kitapları haftalık bülten şeklinde buradan sunmaya çalışacağım. Yeni aklıma geldi bu. Bir nevi haftanın şarkısı, filmi, kitabı şeklindeki bir uygulama bu. Çok orijinal!

DİNLE: 4 sene önce kardeşim vasıtasıyla tanıştığım VAUX grubunun şarkıları o zamanlar amatör kayıtlar şeklinde dinlenebiliyordu. Zamanla profesyonelleşmişler; albüm çıkartıp, klip çekmişler. Ancak myspace sayfalarında 2007 yılında dağıldıkları gibi bir ibare ile karşılaştım. Öyleyse yazık olmuş. Are you with me? şarkıları çok gaz. Van Fong şarkıları ise bir o kadar damar. Post-rock, hard core melezi bir türe sahipler. Kulak vermekte fayda var.

Daha fazlası için: http://www.myspace.com/vaux


İZLE: Son zamanlarda etrafımdakilerin başını "izleeee izleee" diye yediğim bir film var: John Carney'in 2007 yapımı Once filmi. The Frames grubunun solisti Glen Hansard ile onun biricik eşi Markéta Irglova'nın oynadığı müthiş bir "müzik filmi". Müzikal demeye dilim varmıyor, çünkü alışageldiğimiz müzikal türlerinin dışında bir seyir izlemekte film. Babasının süpürgeci dükkanında çalışmasının yanı sıra sokak çalgıcılığı yapan Glen, bir gün bir kızla tanışır. Kız müthiş bir şekilde piyano çalabilmektedir ve beraber albüm çıkarmaya karar verirler. Oldukça klişe görünen bu konu elemanların çaldığı "İrlanda soslu indie" türündeki şarkılar ile bezenerek izleyeni diyar diyar gezdiriyor adeta. Özellikle Marketa Irglova'nın dilinden dökülen "If you want me" kanırta kanırta ağlatıcı bir özelliğe sahip. Ayrıca belirtmekte fayda var, müzisyen ikili filmde çaldıkları Falling Slowly parçalarıyla Oscar kazanmışlardı. Geç kalmadan izlemek gerek. Misal ben kendime oldukça kızmaktayım bu filmi izlemeyi sürekli ertelediğim için.


OKU: En son bir arkadaşımdan ödünç aldığım Tavandaki Kukla(Dukken i Taket) isimli kitabı okudum. Ülkemizde Beyaz Zenciler ile hatırı sayılı bir hayran kitlesi olan Norveçli yazar Ingvar Ambjörnsen'in 2001 tarihli bu kitabı; tecavüze uğrayan kardeşinin intikamını almaya çalışan Rebekka'nın gözünden adalet sistemi, suç ve ceza kavramları ile insanın doğasına dair çıkarımlarda bulunmaya çalışıyor. Yalın bir dille anlatılan öyküde zaman zaman boşluklar göze çarpsa da etkileyici finali ile kitap insanı düşünmeye sevk ediyor.

Ambjörnsen ülkesinin en değerli yazarlarından. Değindiği konular itibariyle bir nevi "ayrık otu" simgesi oluştursa da, aldığı edebiyat ödülleri kendisinin ne denli başarılı bir yazar olduğunu ortaya koyuyor. Şu ana kadar çok az kitabı Türkçe'ye çevrilmesi bu anlamda bir kayıp. Yetkililer burayı okuyorlarsa, bir olurunu yapsınlar şu işin artık :)




27 Ağustos 2009 Perşembe

MURAT MURATHANOĞLU'NUN SESİNİ ÖZLEMEK


Kuşağımdan çoğu basketbolsever gibi benim de bu spora olan sevgim Efes Pilsen'in Koraç Kupası'nı aldığı zamanlarda başladı. Salonda izlediğim ilk maç da Efes Pilsen'in çeyrek finalde Fenerbahçe'ye karşı oynadığı rövanş karşılaşmasıydı. Maçları yerinde izlemenin keyfi bambaşkaydı tabii ancak televizyonda takip ederken de insan garip duygular yaşamaktaydı. Bunun başlıca sebebi ise kuşkusuz Murat Murathanoğlu'nun müthiş sesi ve senelerce ABD'de yaşamasının getirdiği, bize o zamanlar garip gelen telaffuzuydu. (bir Conrad McRae derdi, biz evdekiler yerde sürünürdük valla:) )

Sonrasında kendisine olan sempatim İsmet Badem'le sundukları Asist programı ile iyice arttı. Bu arada söylemekte fayda var, ekürisi diyebileceğimiz İsmet Badem'den hiç haz etmem. Hele ki "Ben İsmet Badem" kitabını okuduktan sonra bu adamın magazinsel bir yaşam sürmek ve bir şeyler ispatlamak gayesinde olduğuna kanaat getirdim.

Neyse...

İlerleyen yıllarda iyice bilinçlenip, basketbolun değişik kulvarlarından maçlar izlemeye başlayınca Murat Murathanoğlu'nun sesini her maçta arar olmuştum. Son olarak yaklaşık bir sene öncesine kadar NBATV ve NTV'den basketbol maçlarını onun yorumuyla dinler, NBA Stüdyo'daki görüşlerini beğeni ile takip ederdim. Ayrıca lig maçlarını Digiturk almadan önce gene Murat Abi'nin maç sunmasını beklerdik. Ancak ne olduysa kendisi NTV ailesinden ayrılıp Kanal24'e geçti. Tamam! Diğer Murat'ımız Kosova'yı ve Kaan Kural'ı da çok severiz ama Murat Murathanoğlu ilk göz ağrımızdı. Özellikle gecenin bir körü maç sunarkenki enerjisi ve esprileri aranır olmuştu (Hele Kaan Kural'la beraber maç sunarken gülmekten pozisyon kaçırdığımı bilirim ben, cidden!).

Günler geçti. Geçtiğimiz gün Efes Pilsen World Cup 8 de, milli takımın Hırvatistan ile olan karşılaşmasının ikinci yarısına denk geldim. Sesi azıcık yükselttim ve.... İhsan Bayülken'in sesini işittim. "Piff!" diye iç geçirirken aradan Murat Abi'nin meşhur "Prkacin" söylemiyle irkildim. İnanın nasıl mutlu olduğumu tarif edemem. Eski anılar canlandı birden. Efsane maçlar, efsane yorumlar geçti beynimden.

Uzun zamandır böyle küçük detaylardan mutlu olamamıştım. Halbuki eskiden önemsiz şeylerden gayet memnun olabilen bir insandım. Okuduğum bir kitabı ya da izlediğim bir filmi bitirdikten sonra bile yaşar, etrafımdakilerle paylaşır, yüzüme bir gülümseme yerleştirirdim. Ya da kapı çaldığında her gün gördüğüm aile fertlerinden biri bile olsa heyecanlanır, gelenin üzerinde şımarıklıklarımı sergilerdim. Arkadaşlarla maç yaparken yaptığım güzel bir hareket beni havalara uçurur, tüm gece o anı beynimde canlandırırdım ben. Yemek yemenin benim için bir keyif olduğu zamanları hatırlarım. Şu an ise bunları yaşayamıyor gibiyim. Çoğu zaman etrafımdakilere negatif enerji yayan bir mahlukata dönüştüğümü hissediyorum :( Bunun insanları çevremden uzaklaştıracağının farkında olmam gerekirken, sanki daha da huysuzlaşıyormuşum gibi düşünüyorum.

Bu anlamda, umarım ki geçen gece yaşadığım bu ufak mutluluk anı benim için bir dönüm noktası teşkil eder. Umarım ki ben de bir gün Murathanoğlu gibi "Kupa bizim!" diye haykırabilirim, gerçek anlamda!

Yoksa...

Yoksa özlediğim tek şey Murat Murathanoğlu'nun sesi olmayacak!

26 Ağustos 2009 Çarşamba

2 "Debut" Film: 13 TZAMETI - EX DRUMMER

Bu sıralar yeni film izleme şansına pek erişemediğimden, arşivimdeki filmleri eritmeye başladım. Bu filmlerden en dikkat çekici ikisini paylaşmak isterim.


13 Tzameti, Gürcü genç yönetmen Géla Babluani'nin ilk uzun metraj çalışması. Filmde, bir evin çatısını onarmakta olan gencin, ev sahibine ait bir mektubu ele geçirmesiyle başlayan macerası anlatılmakta. Bu mektup, gencin oldukça acımasız bir oyunun aktif bir parçası olmasına yol açacaktır. Siyah-beyaz teknikle çekilen film yarattığı eksiltiler ve dozajı zamanla artan gerilim öğeleri ile izleyicinin diken üzerinde durmasını amaçlıyor. Bu konuda başarılı olduğu söylenebilecek film, hikayenin başında ve sonunda ana olayla tamamen alakasız sekanslara sahip. Bu sahnelerde aile kavram üzerinde duran film, araya para konusunu sıkıştırarak aslında günümüz toplumlarına, şiddet ve kapitalizm çerçevesinde bir eleştiri getiriyor gibi.





Ex Drummer ise Belçikalı yönetmen Koen Mortier'in ilk filmi olma özelliğini taşıyor. Herman Brusselmans'ın aynı adlı kitabından uyarlanan filmde, Avrupa burjuvazisi ve konformizmine dair ağır söylemlere rastlamak mümkün. 3 "engelli"müzisyen yarışmaya katılmak için grup kurmak istemektedirler. Ancak tek eksikleri kendileri gibi bir "engelli" davulcudur. Bu bağlamda kapısını çaldıkları yazar Dries Van Hegen yapılan teklifi kabul eder. Ancak buradaki amacı kendi yaşamının mükemmelliğine bu 3 müzisyen aracılığı ile bir kez daha şahit olmaktır. Film hem bahsettiği konular hem de çekim teknikleri ile kaos ve anarşi ortamı yaratmayı amaçlıyor. Yönetmen dertlerinden bahsederken aracı olarak cinselliği kabul etmiş. Bu anlamda film oldukça sert sahneler içermekte. Tüketim toplumuna dair çıkarımlarda da bulunan film zaman zaman karakterlerin havada kaldığı ve bahsedilen sorunların altının pek doldurulamadığı izlenimi verse de çarpıcı sahneleri ve vurucu finaliyle oldukça başarılı bir yapım. Ayrıca film boyunca çalınan punk, post-punk eserleri de ayrı bir keyif unsuru.

13 Ağustos 2009 Perşembe

O... ÇOCUKLARI - DEVRİM ARABALARI


Geçtiğimiz sezonun ses getiren iki Türk filmini izleme şansı buldum.


O... Çocukları senaryosunu Sırrı Süreyya Önder'in yaptığı ve Murat Saraçoğlu'nun yönettiği geniş oyuncu kadrosuyla dikkat çeken bir yapımdı. Polis tarafından takip edilen bir ailenin çocuklarını, eski bir fahişe olan ve geceleri çalışan annelerin çocuklarına bakan bir kadına teslim etmeleri durumunu hikayesinin odağına alan film, buradan yola çıkarak 80 dönemine dair bir eleştiri sunmayı amaçlıyor. Demet Akbağ, Özgü Namal, Altan Erkekli, Sarp Apak gibi kalburüstü oyuncuların varlığı ve bu isimlerin başarılı oyunculuklarına rağmen filmin ortalamanın üstüne çıktığını söyleyebilmek ne yazık ki güç. Dallanıp budaklanan senaryosu, havada kalmış söylemleri, yersiz ve kötü müzik kullanımı, vasat düzeydeki yönetmenliği ile film iddia ettiği gibi dönemle olan hesaplaşmasını perdeye layıkıyla yansıtamıyor. Beynelmilel'de karşılaştığımız gibi, bu filmde de Sırrı Süreyya'nın tüm iyi niyeti ve samimiyetine karşılık olayları bağlama ve gereksiz alanlardan uzak durma konularındaki tercihlerinin sorgulanabilir olduğunu görmekteyiz. Her şeye rağmen, sadece Demet Akbağ'ın üstün oyunculuğu için bile olsa, izlenebilir bir film.


Devrim Arabaları ise Hititler, Gallipoli gibi yüksek bütçeli yapımlarla ile kendinden söz ettiren Tolga Örnek'in belgesel ve kurmacayı içice geçirdiği ve Türkiye'nin %100 yerli ilk otomobili "Devrim" in yapım sürecini ekrana yansıtan sımsıcak bir yapım. Başta Taner Birsel olmak üzere (ki bu adama olan hayranlığım artık en üst düzeye ulaşmıştır) Selçuk Yöntem, Serhat Tutumluer, Halit Ergenç, Ali Düşenkalkar (bir başka favori oyuncum da budur), Onur Ünsal, Altan Gördüm, Uğur Polat, Vahide Gördüm gibi oyuncuların yanı sıra etkileyici hikaya anlatımı ile son yılların en başarılı yerli prodüksiyonlarından olduğunu söyleyebilirim. Sadece anlattığı döneme ait bir eleştiriden ziyade Türkiye'nin geçmişten günümüze içinde bulunduğu ekonomik ve kalkınma sorunlarına dair ufak çıkarımlarda da bulunan film, işin içine aile ilişkileriyle birlikte duygusallık da katmaya çalışıyor. Bu durum eleştirilebilen bir nokta olmasına rağmen çok da göze batmadan ve seyirciyi çok da yönlendirmeden yansıtılmaya çalışılmış. Neticede Devrim arabası hakkında bilgisi olan olmayan herkesin izlemesinde fayda olan, değeri zamanında anlaşılamamış bir film Devrim Arabaları. İlk gösterime girdiğinde Saw V karşısında gişede ezilen filmin daha sonra yoğun talep üzerine tekrar vizyona girdiğini hatırlatalım. En azından zamanla kıymeti bilinen bir hal alması sevindirici olmuştu tabii.

9 Ağustos 2009 Pazar

CHUGYEOGJA

Laboratuvar çalışmaları, İKSV konser organizasyonları, ev taşıma olayları derken uzun zamandır film izlemediğimi fark ettim. Bu açlığımı geçtiğimiz gün oldukça kaliteli bir filmle bir nebze de olsa giderebildiğim için memnunum.

Chugyeogyja (Takip) 2008 yılı bir Güney Kore filmi. Son zamanlarda Kim Ki Duk, Chan-woon Park gibi isimlerle parlayan ülke sinemasının yeni isimlerinden Hong-Jin Na bu ilk filmiyle oldukça iyi bir iş çıkararak, ilerisi için olumlu izlenimler edinmemizi sağlıyor.

Film eski bir polis olmasının yanında kadın pazarlayan bir adamın, pazarladığı kızların tek tek kaybolması sonrasında bu durumun üzerine gitmesi konusu ile şekilleniyor. Kızlarının başka biri tarafından satıldığını düşünen karakterimiz, ortada gözükmeyen kadınların vahşice katledildiğinin farkında değildir. Bu anlamda bir "takip" başlatan karakterimiz zanlıyı bulur. Ancak işin içine polisin dahil olması ve aynı anda kamuoyunun başka bir büyük suçla(!) ilgileniyor olması işleri zora sokmaktadır.

Yönetmen Hong-Jin Na seçtiği yolla filmini basit bir "katil kovalamaca filmi" etiketinden sıyırarak hukuk sistemine, iyi-kötü ile suç ve ceza kavramları üzerine çıkarımları olan bir eser ortaya çıkarmış. Medya ve kamuoyu baskısının adalet mekanizmasının işleyişine olan etkisi filmin rahatsız edici finaliyle iyice ortaya çıkıyor. Bunun yanında polis teşkilatının içinde bulunduğu yozlaşmışlık ve kararlarını şekillendirmelerindeki basiretsizlik film boyunca gösterilmeye çalışılan gerçeklerden.

Teknik açıdan da iyi bir iş kotarılmış. Yaratılan karanlık atmosfer, gerilimin dozajının ve temponun ayarlanması konularında filmin başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Bir ilk film olmanın getirdiği ufak tefek aksaklılar dışında çıkarımları, derdini anlatmadaki başarısı ve atmosferiyle insanı düşündürmeye iten, çarpıcı ve etkileyici bir eser ortaya çıkmış. Uzakdoğu sinemasına olan önyargımın iyice azalmasını sağlayan Chugyeogyja kesinlikle izlenmeyi hak ediyor.