11 Haziran 2009 Perşembe

Gezdim, Gördüm: KIYIKÖY


Tatil denince tercihini kalabalık ve hareketli ortamlardan ziyade kafa dengi arkadaşlarla bir arada bulunulabilecek sessiz, sakin ve doğa ile içiçe mekanlardan yana kullananlardanım. Bunu ruhumun çürümüşlüğüne bağlayabilirsiniz ancak en büyük rahatlığı bu koşullarda yaşayabiliyorum ben. Bu bağlamda yaklaşık 10 aylık süren çalışmalarımın ardından 2009 baharında uygun şartların sağlanmasıyla tayfayı Kıyıköy'e götürmeyi başarabildim. En memnun kaldığım organizasyonlardan biri olan Kıyıköy gezisi hakkında aklımda kalanları karalamaya çalışacağım.

Öncelikle Kıyıköy'den bahsedelim biraz. Kıyıköy Kırklareli iline bağlı, İstanbul'a sadece 164 km'lik mesafade bulunan ve Karadeniz kıyısında konuşlanmış bir sahil kasabası. Kasaba iki yanından nehirler tarafından arada bırakılmış. Bunlardan batı kısmındakinin daha verimli olduğu söyleniyor. Bizans yıllarından beri önemli bir yerleşim birimi olan Kıyıköy'de antik kalıntılara rastlamak hala mümkün. Zaten merkeze de Bizans Dönemi'nden kaldığı söylenen (restorasyon geçirmiş tabii ki) sur kapılarından giriliyor. Doğal bir limana da sahip olan yere ilk yerleşen Rumlar "Midye" ismini vermişler. Tahmin edileceği üzere halkın en büyük geçim kaynağı balıkçılık ve sezonun açılmasıyla birlikte turizm. Bunun yanında ormancılık da önemli bir gelir kapısı olarak göze çarpmakta.

İstanbul'dan ulaşım oldukça rahat Kıyıköy'e. Eğer özel aracınız varsa zaten yaklaşık 2 saatlik bir yolculuk yeterli olacaktır. Ancak otobüslerle de sorunsuz bir ulaşım sağlanmakta. Yaz aylarında her gün saat 15.00' de Esenler Otogarı'ndan Yoncakale Turizm'in araçları doğrudan Kıyıköy'e gitmek için yola çıkıyorlar. Ancak bizim gibi sezon dışında gitmek isterseniz önce saat başı kalkan Saray arabalarına binmeniz, ardında da Kıyıköy'e giden belediye otobüslerini yakalanmanız yeterli olacaktır. Bu anlamda İstanbul-Kıyıköy arası 14 tl gibi cuzi sayılabilecek bir miktara mal oluyor.

Kalma konusunda çeşitli altenatifler mevcut. İsterseniz biraz tepede kalmış şehir merkezindeki ev-pansiyonları tutabilir, isterseniz şehrin sol tarafında akan akarsuyun yanındaki bungalow tarzı kalma yerlerini tercih edebilirsiniz. Bununla birlikte havaların ısınmasıyla birlikte kamp alanları da faaliyete geçiyor.


Bu kadar tanıtımdan sonra biraz da kişisel anılara girebilirim sanırım. Öncelikle biz gezi için nisan ayını seçtiğimizden Saray aktarmalı olarak gitmek durumunda kalmıştık. Saray'da Kıyıköy arabasını beklerken Kıyıköy sakinleri ile tanışma şansı da bulmuştuk. Bırakın Türkiye'yi dünyada eşine zor rastlanacak bir sıcakkanlılıkla karşıladılar bizi. Hemen yörelerinin güzelliklerinden, gezmemiz gereken yerlerden bahsetmeye başladılar. Hoşsohbet karakterleri sayesinde yeşillikler arasında sürdürdüğümüz 1 saatlik yol bir çırpıda bitiverdi. (Bu noktada yanımda oturan, yetmişini devirmiş ve "Oh alırsınız biranızı mis gibi içersiniz" diyen ruhu her daim genç teyzemin ellerinden öperim.)

Arabada bir ara dönen Yüzüklerin Efendisi muhabbetinden Frodo yakıştırmasına maruz kalan bendeniz bu durumun verdiği haklı gurur ve sevinçle en önde yer alarak daha önceden telefonla irtibat halinde olduğumuz Hülya Pansiyon'un yolunu tuttuk. Ancak üzücüdür ki şehir merkezinde yer alması ve etrafta bir sürü ev olması konusunda rahatsızlıklar yaşanabileceğini düşündük. "Hay Allah, ne yapsak o kadar konuştuk ayıp olmasın" şeklinde çekingeler içerisinde kalmışken pansiyonun sahibi ve kız kardeşi sahil ve nehir kıyısında başka yerlerin de olduğunu, gidip oralara bakabileceğimizi söylediler. Oldukça şaşırtıcı jestleri bunlarla da bitmedi ve öncü grup mekan ararken bizleri evlerinde ağırladılar, kahve ikram edip fal baktılar. Bizler iki kız kardeş karşısında ezilip büzülürken bu halimize hiç gerek olmadığını, Kıyıköy'de herkesin birbirini tanıdığını bu tip durumların lafı olmayacağını söyleyerek tesellide bulundular.

Hülya Pansiyon'dan ayrıldıktan sonra gruptan iki kişinin bulduğu Aya Nikola Pansiyon'un yolunu tuttuk. Bu pansiyon şehrin batısında akan nehrin hemen yanına kurulmuş ve alabildiğine yeşil bir alana sahipti. Ancak bunlardan daha önemli bir güzelliği vardı: Yavru köpekler :) Pansiyonla özel bir anlaşma da yapmıştık. Yiyeceklerimizi dışarıdan almış ve bunları değerlendirmek için bize mutfaklarını açmaları gerekiyordu. Sağolsunlar bu teklifimizi kabul ettiler ve Kıyıköy'deki ilk akşamüstümüzde adını bilmediğim bir çorba ve bir tencere dolusu makarna ile kendimize ziyafet çektik.

Yemeğin ardından etrafı keşfe çıktık. Denize doğru sürdürdüğümüz yolculukta ağaçların ve yemyeşil çayırların arasında yürümenin huzurunu içimde hissettim. Sahile vardığımızda bizi karşılayan Karadeniz'in azgın dalgaları oldu. Tüm heybetiyle karayı döven dalgaların uzun süre zarfında kayalarda ne gibi aşınmalara yol açtığını ispatlayan kovuklara rastladık. Ardından grubun üç elemanı olarak Karadeniz'e yoldaşlık eden sıradağların tepesinden kendimize yollar bularak pansiyona geri döndük.

Akşamımız ise ateşin yanında ikram edilen balıklar ve kadim dost Efes Pilsen ile geçeyazdı (Bu arada bu yazıyı yazarken Efes Pilsen Fenerbahçe Ülker karşısında seriyi 2-2'ye getirerek beni ziyadesiyle memnun etti). Ateş başında uluslararası bir konuğu da ağırladık. Almanya'dan motosikletiyle yolculuğa çıkmış ve Türkiye'ye kadar gelmiş Rosto ile kafamıza estiğince konuştuk. Bu esnada Rosto'ya "Aman İstanbul'a gitme, seni orada yerler ehiehi" şeklindeki yaklaşımım ortamda kısa süreliğine soğuk rüzgarların esmesine neden oldu. "Halbuki adı Rosto olduğu için kelime oyunu yaptım ben" diye mırıldanarak ateşten uzak bir kısma tünemiştim. Neyse ki ateşin etrafında UGAÇAKA UGAÇAKA dansı neşemi tekrar yerine getirmişti.


İkinci güne ise nefis bir menemenle başladık. Rostoya durumu "Man-a-man" şeklinde açıklamaya çalışmam neyse ki bu sefer gülücüklerle karşılandı. Tabak mabak dinlemeden, artık kanıksadığımız bir yöntem olarak ortadaki tavadan menemeni ekmeğe banma suretiyle mideye indirirken, doğal seçilimin güzel bir örneğini sergiliyorduk adeta. Sofrada güçlü olan kazanırdı ve hataya yer yoktu. Herkes lokmalarının arasındaki esleri, çaya yönelimlerini, ekmek koparma hareketlerini stratejik planlar çerçevesinde yapıyordu. Neyse ki bu sefer ortama bolluk hakimdi de aç kalan olmamıştı. Ancak bu gelecek öğünler için geçerli değildi tabii ki.

Yakamı kurtarmakta zorluk çektiğim anne-babam da "tesadüfen" o günlerini Kıyıköy'de geçirmeye karar vermişler. Bu durum bizim için bir avantaja dönüştü zira annem olacak kadın yiyecek bir şeyler getirmeyi ihmal etmemiş. İkindi kahvaltısı dediğimiz olgunun altı da böylelikle dolmuştu.

Ebeveynlerim bizden ayrıldıktan sonra bir vedalaşma da Rosto ve motosikletiyle yaşandı. Artık en eğlenceli kısma gelmiştik: Kano keyfi. Birimiz dışında ikişerli gruplar halinde kanolara doluştuk. Kano yolculuğumuzun ilk kısımları mehter takımına taş çıkartan cinsten iki ileri-bir geri mottosuyla ile başladı. Neyse ki partnerim ve ben keskin zekamız, çevikliğimiz ve mekanik bilgimiz sayesinde olayın püf noktasını çözmüş ve başarılı bir şekilde ilerlemeye başlamıştık. Ancak daha önce hiç düşünmediğimiz bir sorunla karşılaştık. İki tane lavuk kurbağa kanomuzun içinde ve ayaklarımızın dibinde cilveleşiyorlardı. Birkaç defa devrilme tehlikesinin ardından yapışkan yaratıkları küreğimin tepesiyle doğal ortamına bıraktım. Artık her şey daha huzurluydu. Ağaçların nehir üzerinde bir tünel edasıyla yükseldiği, kaplumbağaların dinlenmeye çekildikleri ve iyice ıssızlaşarak doğanın sesini dinlememize olanak tanıyan yerlerden geçerken kaslı kollarımdan çekilen enerjinin mistik bir yolla tekrardan içime dolduğunu hissettim. Gerçekten de insanın kolay kolay tanık olamayacağı bir doğa güzelliği ile karşı karşıyadık. Bir süreliğine herkes küreklerini bıraktı ve o an içinde bulunduğu durumu yaşamaya çalıştı. Hayatımın en güzel anlarından biriydi doğrusu.

Kanodan iniş benim için biraz sancılı oldu. O konuya girip de sizlerin de canını sıkmak istemem, nihayetinde ayakkabılarım ıslandı işte. Yorucu geçen bir aktivitenin sonunda odalara çekilip biraz dinlenirken annemin getirdiği nevalelerden de nemalanmayı ihmal etmiyorduk. Bu esnada yanımızdan iki kişi eksikti, zira heyecan meraklısı iki elemanımız buz gibi suya rağmen nehire girmek için aramızdan ayrılmışlardı. Geride kalan bizler güneşten mayışmış bir şekilde kendimizden geçmişken arka taraftan gelen "Takır takır!" sesleri ile irkildim. Meğerse bizim nehircilerin soğuktan titreyen dişlerinden gelmekteymiş sesler. "Allah iyiliğinizi versin" diyerek kendilerine karşı olan düşüncelerimi dile getirdim. Akabinde bir kısmımız güneşin nimetlerinden faydalanmaya devam ederken ben ve partnerim de penaltı çekişip köpeklerle eğleniyorduk.

Akşam yavaş yavaş yaklaşırken gene üç kişi olarak Aya Nikola Kilisesi'ni gezmeye, iki mum dikmeye karar verdik. Fakat beklediğimizi bulamadık, zira korunmayan kilise büyük oranda yıllara yenik düşmüş. Bir abimiz elinden geldiğince kalıntılara göz kulak ve bilgilendirme konusunda yardımcı olmaya çalışıyordu. Değerlendirilebilse din turizmi açısından oldukça büyük öneme sahip olacak bir tarihi eser ihmalkarlığın kurbanı olmuştu bir kez daha. Kiliseyi arkamızda bıraktıktan sonra patikaları takip ederek şehir merkezine çıktık. Burada insanların sıcakkanlılığına bir kez daha tanıklık ettik. Kasap amcanın "Buraya gelip de şarap içmeyen günaha girer" sözleri gecemize yön verdi ve en yakın büfeden iki şişe şarabı yanımıza aldık.

Artık hava kararmıştı ve elimizde yiyeceklerle aşağıya, pansiyonun olduğu yere indik. Ancak mangallık yiyecek aldığımızdan uygun ortamı sağlamak gerekiyordu. Bu ortamı da kaldığımız pansiyonun sahibinin kardeşinin işletmesinde bulduk. Burada ailenin babası - ki ilerleyen yaşına rağmen hepimize taş çıkartır- ve diğer iki kardeş ile kısa zamanda kaynaştık. Sürekli konuştuk, dans ettik, eğlendik. Aldığımız iki şişe şarap zamanla ikiye, üçe katlandı ki bunlar karşılığında oldukça komik bir meblağ talep etmeleri bizi şaşırttı. O an sıcak bir sohbetin ve arkadaşlığın kağıt parçasına bağlı olmadığına olan inancım bir kat daha pekişti. Bu esnada daha gözleri bile açılmamış köpek yavrularının da neşemize neşe kattıklarını belirtmeliyim.


Ertesi sabah Kıyıköy'deki son günümüzdü. Şehrin merkezinde deniz manzaralı bir çay bahçesinde enfes bir kahvaltının ardından küçük bir gezi yaparak deniz fenerini ve limanı gözlemledik. Gitme saati yaklaştığında içimizde geçirilen güzel anların huzurunu ve bu güzelliği bırakıp şehrin boğucu hayatına dönüyor olmanın sıkıntısını bir arada yaşıyorduk.

Bense içimden "Ne olursa olsun bir kez daha gelinir ki buraya" diyerek kafamı cama dayayıp uykuya dalıyordum.

Not: Bu geziye katılanları listelemem gerekirse;
NeSs, SopHia, spinelli, Erhan E., ozgun, barış emek ister ve saduman. Hehehe. :)

10 Haziran 2009 Çarşamba

Mezuniyet Törenleri ve Çıkarımları

UYARI: Birazdan okuyacağınız yazı azami seviyede klişe ihtiva etmektedir.

8 Haziran 2009 günü Nakipoğlu Cumhuriyet Anadolu Lisesi düzenlendiği bir törenle ilk mezunlarını verdi. Bu duruma tepkiniz "Eee, bana ne ki acaba?" şeklinde olabilir. Normal koşullarda ben de aynı reaksiyonu gösterirdim ancak mezun olan gençler arasında kardeşim olunca işler değişiyor biraz tabii.

Mezuniyet törenleri herkes gibi bende de garip duyguların uyanmasına sebep oluyor. Sevinç ve hüzün arasındaki sınır iyice muğlaklaşıyor. Mezun olanın yeni bir hayata başlıyor olmasının mutluluğu mu yoksa aradaki mesafenin artık daha da belirginleşiyor olmasının getirdiği burukluk mu ağır basacak karar veremiyor insan.

Ancak mezuniyet töreni en çarpıcı etkisini bireyin kendisinde gösteriyormuş, bunu fark ettim ben. İnsan "büyüdüğünü" kendi hayatından değil de etrafındakilerden anlıyormuş. "Bu kız ne zaman büyüdü de liseyi bitirdi lan?" diye kendi kendime sorarken, üniversiteden mezun olma aşamasına gelmiş olduğumu ve gelecek kaygılarımın ufaktan başladığını görmezden geliyordum. E şimdi bana sormazlar mı "Esas sen ne zaman adam oldun da, üniversiteye girip mezun oluyorsun?". Sorarlar tabii ben de cevap veremeden kalırım karşılarında. (Bu anlamda belirtmeliyim ki kendimi hiçbir şekilde "büyümüş" hissedemiyorum. Gerek davranışlarım gerekse duygusal yapım sanki öğrencilik dışındaki hayata hazır değilmişim hissi uyandırıyor bende. Önceleri bunu kafaya çok takmama rağmen şu an düşününce kaygılarımın yersiz olduğunu ve bu durumumla da geleceğe hazırlanabileceğimi düşünüyorum -her ne kadar beni böyle düşünmeye itenin ne olduğunu bilmesem de- Zaten elimde başka bir çare de gözükmüyor.)

Kötü bir durum değil yılların geçmesi, bir başka deyişle "büyümek(!)". Değişimler yaşamak, farklı açılar kazanmak, sahip olduklarının üstüne yeni bir şeyler ekleyebilmek son derece değerli şeyler. Ancak bunlar yaşanırken karşı konulamaz bir ayrılığın geliyor olması da insanı hüzünlendirmiyor değil hani. Evet, bu düşünce şu sıralar kafama oldukça taktığım ve içinden çıkmakta zorlandığım bir hal aldı. Şu an o mevzulara girmeyeceğim; kafamda toparlamakta zorluk çektiğim bir konuyu yazıya dökmem imkansız. Bir ara o sulara da girmeye çalışırız.

Neyse diyeceğim şudur ki mezuniyet törenleri garip ortamlar. İnsanları değişik ruh hallerine sürükleyebilir ancak aşağıdaki gibi hoş anlar da bırakır arkasında:

Darısı başınıza :)

9 Haziran 2009 Salı

THE PROPOSITION

The Proposition (Kanlı Teklif) filminden bir alışveriş merkezinin ucuz DVD reyonunda görene kadar haberim olmamıştı. Guy Pearce, John Hurt, Emily Watson gibi oyuncuların varlığı; en önemlisi de senaristinin Nick Cave olması dikkatimi çekmişti. Yaklaşık bir yıldır dolapta öylece beklettikten sonra bu sabah izlemeye karar verdim filmi.

1800'lü yılların Avustralya'sında geçen filmde, Burns ailesinin mensupları kasabada ciddi sorunlar yaratan bir çete halini almıştır. Ailenin en azılı üyesi Arthur Burns (Danny Huston) yerleşim birimlerinin dışında, kendi gizli mekanında kan kusturmaya devam etmektedir. Arthur belasından kurtulmak isteyen bölgenin güvenlik sorumlusu Stanley (Ray Winstone) bir çatışmada ele geçirdiği Charlie Burns (Guy Pearce)'e çarpıcı bir teklifte bulunur: Charlie kardeşi Mikey'i idamdan kurtarmak istiyorsa abisi Arthur'un ölüsünü getirmelidir.

Film bu tekliften yola çıkarak bir yandan suç, ceza ve adalet kavramlarına dair söylemlerde bulunurken bir yandan da Charlie'nin durumunu odağına alarak intikam, bağlılık, vicdan muhasebesi gibi duyguların karmaşıklığından dem vurmaya çalışıyor. Tüm bunlardan bahsedilirken çıkış noktası olarak İngilizlerin Avustralya'daki aborjinlere uyguladığı vahşet ve bölgeye getirdiği uygarlık (!) seçilmiş. Zaten film, açılış sahnesi de göz önüne alındığında, bir anlamda Avustralya yerlilerine saygı duruşu niteliği de taşımakta.

Ancak Nick Cave'in şaşırtıcı derecedeki başarılı (en azından benim için) senaryosu; yönetmenin filmin temposunu ayarlamadaki sorunları, başarısız geçişleri, John Hurt'un canlandırdığı karakter gibi filmin akışında etkisi olmayan detaylara önem vermesi ve yanlış tercihleri nedeniyle etkileyiciğini yitiriyor gibi. Bu anlamda daha tecrübeli bir yönetmenin elinde daha üst seviyede bir yapıma dönüşeceğini düşünüyorum The Proposition'ın. Her şeye rağmen, oyunculuklar ve Nick Cave'in bestelediği leziz müzikler sayesinde western kodları ile desteklenmiş ve zaman zaman insanı bahsettiği sorunlar üzerine sorgulamaya iten hoş bir seyirlik ortaya çıkmış.

Western meraklılarına, Nick Cave takipçilerine ve de Guy Pearce seyredip yüzü gönlü açılsın isteyenlere tavsiye ederim.

7 Haziran 2009 Pazar

VALS IM BASHIR - JE VAIS BIEN, NE T'EN FAIS PAS

Son zamanlarda film izleme konusunda kısır bir dönem yaşıyorum. Beşir'le Vals ve Benim için Üzülme uzun süredir izleyebildiğim 2 film oldu.

Beşir'le Vals kurmaca ile belgeselin; animasyon ile gerşek kesitin bir araya geldiği; bu anlamda sınırları ortadan kaldıran çarpıcı bir yapım. Filmde Beyrut ile ilgili askerlik anılarını unutan Ari Folman, o anları tekrar anımsayabilmek için savaş yıllarında beraber olduğu arkadaşları ve diğer askerlerle bir araya geliyor; yaşadıklarını tekrardan hatırlamaya çalışıyor. Bu anlamda belgeselvari bir ilerleyiş izleyen filmde zaman zaman sürrealleşen çizimler etkileyiciliği arttırıyor. Ancak film bombasını son 2 dakikalık sahnesiyle patlatarak, izleyicinin midesinin orta yerine bir taş oturtuyor.

Film hakkında yapılan tartışmaların çoğunun odağında, yönetmenin İsrailli oluşu ve samimiyeti yer almakta. Gerçekten de Auschwitz göndermeleri, Beyrut Kasabı Ariel Şaron'dan üstünkörü bahsetmesi ve Sabra ve Şatilla katliamlarının esas yükünü falanjistlere atıyor gibi gözükmesi (ki ben bunun tam tersini düşünmekteyim) insanın beynini kurcalıyor. Aslına bakılacak olunursa filmin İsrailli bir bakış açısı içermesi beklenen bir şey olarak görülebilir. Yıllarca İsrail'de yaşamış ve olaylara İsrail tarafından şahit olmuş birinden bahsediyoruz. Ancak yönetmen zaten son sahnesinde başvurduğu yöntemle "Biz buradan ne desek boş. Bu vahşetin tek bir gerçekliği var o da bu katliama maruz kalmış masum insanların içinde bulunduğu durumdur." şeklinde kendi anlattıklarını da sorgular nitelikte bir finalle bitiriyor filmini.


Benim İçin Üzülme ise bir aile dramından yola çıkarak aslında günümüz Avrupası'nın aileye bakış açısına; burjuvanın içinde bulunduğu çıkmazlıklara ve insanların nasıl daracık alanlara mahkum edildiğine dair dertlerden bahsetmeye çalışan bir film. Ancak son derece basit ve etkileyici bir hikayeyi 90 dakikaya yayması filmin sarkmasına ve bir süre sonra olayların tahmin edilebilir hale gelmesine yol açıyor ki bu durum final sahnesinin çarpıcılığını azaltıyor maalesef. Ayrıca ırkçılık ve televizyon kültürüne dair göndermeler biraz havada kalıyor gibi. Aynı şekilde Lea ve Thomas'ın filmde yer alma sebepleri de biraz anlaşılmaz bir hal alıyor.

Ancak her şeye rağmen insanı duygusal yönden etkileyen hikayesi, iyi oyunculukları (ki belirtmekte fayda var Melanie Lauret'den ziyade Lili'nin babasını oynayan Kad Merad'a hayran kaldım ben) ve filmin can alıcı sahnelerinde çalan Aaron'un "Lili" şarkısı için izlenmeyi hak eden, kalburüstü bir yapım.

Sinema-SÜT


Uzun zamandır film izlemediğimden, biraz da üşengeçliğimden, ilk olarak önceden karalamış olduğum birkaç yazıyı yayımlayacağım. Öyleyse Semih Kaplanoğlu'nun Süt filmiyle başlayalım:

Semih Kaplanoğlu, “Yusuf Üçlemesi”nin ikinci filmi Süt ile kahramanın ilk gençlik yıllarına odaklanırken, “Yumurta” ile yakaladığı sinemasal dili bir adım daha ileri götürüp Türk Sineması ‘ nın son yıllardaki seyir zevki en yüksek ve en başarılı filmlerinden birine imza atıyor.

Semih Kaplanoğlu şüphesiz ki son yılların en başarılı yerli yönetmenlerinden. Kadının toplumdaki yerini sorgular nitelikteki “Meleğin Düşüşü” filmi İspanya başta olmak üzere tüm Avrupa’ da oldukça olumlu karşılanmış ve bir yönetmenin ustalık yolunda emin adımlar attığının belirtisi olmuştu adeta. Daha sonra gelen Yusuf Üçlemesi ‘nin ilk filmi Yumurta ise sinema çevrelerinde oldukça ses getirmiş ve genel anlamda sinema seyircisini ikiye bölmüştü. Yumurta, üçlemenin çekilen ilk filmi olmasına rağmen Yusuf karakterinin yaşamındaki kronolojik sıranın son halkasını oluşturmaktaydı. Kaplanoğlu bu filminde, kader ve ölüm üzerine oldukça dinamik ve başarılı bir simgesel anlatım segileyerek, Batı’ nın kırsal kesime bakışını perdeye yansıtmıştı. Bunu yaparken izlediği yol da, annesinin ölüm haberi üzerine yıllar sonra köyüne dönmek zorunda kalan ve bu dönüş neticesinde değişime uğrayan şair Yusuf’ un (Nejat İşler) üzerine odaklanmaktı.

Süt ise, serinin ikinci filmi olma özelliğinde. Bu sefer Yusuf’un ilk gençlik yıllarına yoğunlaşarak, Yumurta’ daki bazı düğümlerin de çözülmesi sağlanmakta. Genel olarak konudan bahsetmek gerekirse, Yusuf (Melih Selçuk) Tire dışında bir kasabada annesiyle (Başak Köklükaya) birlikte yaşayan ve şiire düşkün bir gençtir. Şiirlerini dergilere yollamakta ve sıkıştığını düşündüğü hayattan kurtulmayı amaçlamaktadır. Ancak Yusuf’ un hayatı, annesinin istasyon şefiyle ilişkisini öğrenmesiyle altüst olur. Bu olaya karşı vereceği tepki kırsal kesimde baskın olan “erkek egemen” toplumun gerektirdiği gibi mi olmalı, yoksa modern(!) insanların yaptığı gibi işleri oluruna mı bırakmak mı olmalıdır?

İşte bu ikilem, aslında tüm ülkenin içinde bulunduğu bir durum. Gerek coğrafi gerekse siyasi anlamdaki arada kalınmışlık, Tire’ nin küçük bir kasabasını prototip olarak kabul ederek perdeye yansıtılmış. Özellikle Yusuf’ un çektiği baba hasreti ve bu hasretini içkiye düşkün lise öğretmeninde bulması, askerlikten rahatsızlığı nedeniyle muaf tutulması gibi olaylar sonucunda erkekliğini sorguladığı anlar, insanın her ne kadar başka bir hayat için çabalasa da ait olduğu çevreden bağımsız hareket edemeyeceğini gösteren işaretler adeta.

Filmin konu olarak üzerinde durduğu bir diğer nokta ise hayatın monotonluğu. Her ne kadar Yusuf’ un daha önceki hayatı üzerine gidilse de son model telefonlar, giyilen kıyafetler ya da arkada çalan “Romeo” şarkısı hiç de geçtiğimiz yıllara ait özellikler değil, ki bu durum bir “zamansızlık” oluşturmakta. Bu da, olayların herhangi bir zamanda geçebileceğini ve değişime uğramadan günümüze geldiğine dair anlatım gibi gözükmekte.

Süt estetik açıdan oldukça iddialı bir film. Yumurta’ daki sanatsal anlayış bu filmde de devam etmekte; hatta, yakaladığı sadelik ve ileri düzeydeki simgesellik sayesinde, daha da ileri götürülmekte. Öncelikle, bir önceki filmde kullanılan hayvan(köpek) metaforları bu filmde de ziyadesiyle göze çarpmakta. Bu sefer yılan filmde önemli bir yere sahip. Kırsal yerlerde sıcak sütün yılanı kendisine çektiğine inanılır. Film bu fenomeni doğrular nitelikte ve oldukça sert bir örnekle açılıyor. Bu bağlamda süt ve yılan ilişkisinin tüm filme yayıldığını söylemek mümkün. İstasyon şefini bir yılan gibi okumak ve bir bölümde süt satarak para kazanan Yusuf’ u da bu yılan karşısındaki panzehir olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmayacaktır. Ayrıca filmin doruk noktasına ulaştığı “av-avcı” sahnesi de yine hayvan simgelemeleriyle anlam kazanmakta. Bunlarla birlikte film minimalist bir çizgide ilerlemesinin yanında, kendi içinde dinamik bir anlatıma sahip. Yumurta filminde iplerle sağlanan bu durum, bu sefer motosikletin yollarda mekik dokuması ya da basketbol topunun sekmeleri şeklinde karşımıza çıkıyor. Kaplanoğlu en tartışmalı sahnesini ise finale saklıyor ve seyirciyi Yusuf’un madenci kaskındaki ışığıyla perdedeki gerçeklikten soyutlayıp metafizik bir alemde kısa süreli bir yolculuğa çıkarıyor. Ancak bu yolculuk sonunda seyirici yine Yusuf’ un gerçekliği ile yüzyüze geliyor. Aynı Yusuf’ un şair olma hayallerinin bir maden ocağında sonlanması gibi.

Film; konusu, finali ve metafizik öğelere geniş yer vermesiyle eleştirilere açık gibi görünse de yakaladığı estetik anlayışı,anlatımdaki sadeliği ve oyuncu yönetimiyle takdiri fazlasıyla hak ediyor. Nuri Bilge Ceylan’ ın Üç Maymun ile yakaladığı olgunluğu, Semih Kaplanoğlu Süt ile elde etmiş gibi gözüküyor. İki yönetmenin en iyi filmlerini yakın dönemlerde ortaya çıkarması ise hem hoş bir tesadüf hem de sinema izleyicisi açısından bulunmaz bir fırsat.


İlk Yazı

Adettendir diyip "Merhaba!" ile başlamak istiyorum.

Düşündüm, taşındım ve kendi çapımda yürütmeye çalıştığım saçma hayatımda az da olsa bir şeyler tecrübe edebildiğime kanaat getirdim. Ancak şunu da fark ettim ki yaşadıklarımızı ileride hatırlamanın en güzel yolu yazmak (Yaa yaa!). Ben de bu fikirden yola çıkarak hem yaşanmışlıklarımı bir yerde kaydediyor olmak hem de bunları başta arkadaşlarım olmak üzere ilgilenebilecek herkesle paylaşabilmek için bir blog oluştarayım dedim (Sizler için ne de büyük bir lütuf). Umarım ilgi çekici bir şeyler ortaya koyabilirim.

Kendinize iyi bakın!

Not: Giriş yazısı yazmak çok zormuş lan. Bi halta benzemedi vallaha :(