
Tatil denince tercihini kalabalık ve hareketli ortamlardan ziyade kafa dengi arkadaşlarla bir arada bulunulabilecek sessiz, sakin ve doğa ile içiçe mekanlardan yana kullananlardanım. Bunu ruhumun çürümüşlüğüne bağlayabilirsiniz ancak en büyük rahatlığı bu koşullarda yaşayabiliyorum ben. Bu bağlamda yaklaşık 10 aylık süren çalışmalarımın ardından 2009 baharında uygun şartların sağlanmasıyla tayfayı
Kıyıköy'e götürmeyi başarabildim. En memnun kaldığım organizasyonlardan biri olan Kıyıköy gezisi hakkında aklımda kalanları karalamaya çalışacağım.
Öncelikle Kıyıköy'den bahsedelim biraz. Kıyıköy Kırklareli iline bağlı, İstanbul'a sadece 164 km'lik mesafade bulunan ve Karadeniz kıyısında konuşlanmış bir sahil kasabası. Kasaba iki yanından nehirler tarafından arada bırakılmış. Bunlardan batı kısmındakinin daha verimli olduğu söyleniyor. Bizans yıllarından beri önemli bir yerleşim birimi olan Kıyıköy'de antik kalıntılara rastlamak hala mümkün. Zaten merkeze de Bizans Dönemi'nden kaldığı söylenen (restorasyon geçirmiş tabii ki) sur kapılarından giriliyor. Doğal bir limana da sahip olan yere ilk yerleşen Rumlar "Midye" ismini vermişler. Tahmin edileceği üzere halkın en büyük geçim kaynağı balıkçılık ve sezonun açılmasıyla birlikte turizm. Bunun yanında ormancılık da önemli bir gelir kapısı olarak göze çarpmakta.
İstanbul'dan ulaşım oldukça rahat Kıyıköy'e. Eğer özel aracınız varsa zaten yaklaşık 2 saatlik bir yolculuk yeterli olacaktır. Ancak otobüslerle de sorunsuz bir ulaşım sağlanmakta. Yaz aylarında her gün saat 15.00' de Esenler Otogarı'ndan Yoncakale Turizm'in araçları doğrudan Kıyıköy'e gitmek için yola çıkıyorlar. Ancak bizim gibi sezon dışında gitmek isterseniz önce saat başı kalkan Saray arabalarına binmeniz, ardında da Kıyıköy'e giden belediye otobüslerini yakalanmanız yeterli olacaktır. Bu anlamda İstanbul-Kıyıköy arası 14 tl gibi cuzi sayılabilecek bir miktara mal oluyor.
Kalma konusunda çeşitli altenatifler mevcut. İsterseniz biraz tepede kalmış şehir merkezindeki ev-pansiyonları tutabilir, isterseniz şehrin sol tarafında akan akarsuyun yanındaki bungalow tarzı kalma yerlerini tercih edebilirsiniz. Bununla birlikte havaların ısınmasıyla birlikte kamp alanları da faaliyete geçiyor.

Bu kadar tanıtımdan sonra biraz da kişisel anılara girebilirim sanırım. Öncelikle biz gezi için nisan ayını seçtiğimizden Saray aktarmalı olarak gitmek durumunda kalmıştık. Saray'da Kıyıköy arabasını beklerken Kıyıköy sakinleri ile tanışma şansı da bulmuştuk. Bırakın Türkiye'yi dünyada eşine zor rastlanacak bir sıcakkanlılıkla karşıladılar bizi. Hemen yörelerinin güzelliklerinden, gezmemiz gereken yerlerden bahsetmeye başladılar. Hoşsohbet karakterleri sayesinde yeşillikler arasında sürdürdüğümüz 1 saatlik yol bir çırpıda bitiverdi. (Bu noktada yanımda oturan, yetmişini devirmiş ve "Oh alırsınız biranızı mis gibi içersiniz" diyen ruhu her daim genç teyzemin ellerinden öperim.)
Arabada bir ara dönen Yüzüklerin Efendisi muhabbetinden Frodo yakıştırmasına maruz kalan bendeniz bu durumun verdiği haklı gurur ve sevinçle en önde yer alarak daha önceden telefonla irtibat halinde olduğumuz Hülya Pansiyon'un yolunu tuttuk. Ancak üzücüdür ki şehir merkezinde yer alması ve etrafta bir sürü ev olması konusunda rahatsızlıklar yaşanabileceğini düşündük. "Hay Allah, ne yapsak o kadar konuştuk ayıp olmasın" şeklinde çekingeler içerisinde kalmışken pansiyonun sahibi ve kız kardeşi sahil ve nehir kıyısında başka yerlerin de olduğunu, gidip oralara bakabileceğimizi söylediler. Oldukça şaşırtıcı jestleri bunlarla da bitmedi ve öncü grup mekan ararken bizleri evlerinde ağırladılar, kahve ikram edip fal baktılar. Bizler iki kız kardeş karşısında ezilip büzülürken bu halimize hiç gerek olmadığını, Kıyıköy'de herkesin birbirini tanıdığını bu tip durumların lafı olmayacağını söyleyerek tesellide bulundular.
Hülya Pansiyon'dan ayrıldıktan sonra gruptan iki kişinin bulduğu Aya Nikola Pansiyon'un yolunu tuttuk. Bu pansiyon şehrin batısında akan nehrin hemen yanına kurulmuş ve alabildiğine yeşil bir alana sahipti. Ancak bunlardan daha önemli bir güzelliği vardı: Yavru köpekler :) Pansiyonla özel bir anlaşma da yapmıştık. Yiyeceklerimizi dışarıdan almış ve bunları değerlendirmek için bize mutfaklarını açmaları gerekiyordu. Sağolsunlar bu teklifimizi kabul ettiler ve Kıyıköy'deki ilk akşamüstümüzde adını bilmediğim bir çorba ve bir tencere dolusu makarna ile kendimize ziyafet çektik.

Yemeğin ardından etrafı keşfe çıktık. Denize doğru sürdürdüğümüz yolculukta ağaçların ve yemyeşil çayırların arasında yürümenin huzurunu içimde hissettim. Sahile vardığımızda bizi karşılayan Karadeniz'in azgın dalgaları oldu. Tüm heybetiyle karayı döven dalgaların uzun süre zarfında kayalarda ne gibi aşınmalara yol açtığını ispatlayan kovuklara rastladık. Ardından grubun üç elemanı olarak Karadeniz'e yoldaşlık eden sıradağların tepesinden kendimize yollar bularak pansiyona geri döndük.
Akşamımız ise ateşin yanında ikram edilen balıklar ve kadim dost Efes Pilsen ile geçeyazdı (Bu arada bu yazıyı yazarken Efes Pilsen Fenerbahçe Ülker karşısında seriyi 2-2'ye getirerek beni ziyadesiyle memnun etti). Ateş başında uluslararası bir konuğu da ağırladık. Almanya'dan motosikletiyle yolculuğa çıkmış ve Türkiye'ye kadar gelmiş Rosto ile kafamıza estiğince konuştuk. Bu esnada Rosto'ya "Aman İstanbul'a gitme, seni orada yerler ehiehi" şeklindeki yaklaşımım ortamda kısa süreliğine soğuk rüzgarların esmesine neden oldu. "Halbuki adı Rosto olduğu için kelime oyunu yaptım ben" diye mırıldanarak ateşten uzak bir kısma tünemiştim. Neyse ki ateşin etrafında UGAÇAKA UGAÇAKA dansı neşemi tekrar yerine getirmişti.

İkinci güne ise nefis bir menemenle başladık. Rostoya durumu "Man-a-man" şeklinde açıklamaya çalışmam neyse ki bu sefer gülücüklerle karşılandı. Tabak mabak dinlemeden, artık kanıksadığımız bir yöntem olarak ortadaki tavadan menemeni ekmeğe banma suretiyle mideye indirirken, doğal seçilimin güzel bir örneğini sergiliyorduk adeta. Sofrada güçlü olan kazanırdı ve hataya yer yoktu. Herkes lokmalarının arasındaki esleri, çaya yönelimlerini, ekmek koparma hareketlerini stratejik planlar çerçevesinde yapıyordu. Neyse ki bu sefer ortama bolluk hakimdi de aç kalan olmamıştı. Ancak bu gelecek öğünler için geçerli değildi tabii ki.
Yakamı kurtarmakta zorluk çektiğim anne-babam da "tesadüfen" o günlerini Kıyıköy'de geçirmeye karar vermişler. Bu durum bizim için bir avantaja dönüştü zira annem olacak kadın yiyecek bir şeyler getirmeyi ihmal etmemiş. İkindi kahvaltısı dediğimiz olgunun altı da böylelikle dolmuştu.
Ebeveynlerim bizden ayrıldıktan sonra bir vedalaşma da Rosto ve motosikletiyle yaşandı. Artık en eğlenceli kısma gelmiştik

: Kano keyfi. Birimiz dışında ikişerli gruplar halinde kanolara doluştuk. Kano yolculuğumuzun ilk kısımları mehter takımına taş çıkartan cinsten iki ileri-bir geri mottosuyla ile başladı. Neyse ki partnerim ve ben keskin zekamız, çevikliğimiz ve mekanik bilgimiz sayesinde olayın püf noktasını çözmüş ve başarılı bir şekilde ilerlemeye başlamıştık. Ancak daha önce hiç düşünmediğimiz bir sorunla karşılaştık. İki tane lavuk kurbağa kanomuzun içinde ve ayaklarımızın dibinde cilveleşiyorlardı. Birkaç defa devrilme tehlikesinin ardından yapışkan yaratıkları küreğimin tepesiyle doğal ortamına bıraktım. Artık her şey daha huzurluydu. Ağaçların nehir üzerinde bir tünel edasıyla yükseldiği, kaplumbağaların dinlenmeye çekildikleri ve iyice ıssızlaşarak doğanın sesini dinlememize olanak tanıyan yerlerden geçerken kaslı kollarımdan çekilen enerjinin mistik bir yolla tekrardan içime dolduğunu hissettim. Gerçekten de insanın kolay kolay tanık olamayacağı bir doğa güzelliği ile karşı karşıyadık. Bir süreliğine herkes küreklerini bıraktı ve o an içinde bulunduğu durumu yaşamaya çalıştı. Hayatımın en güzel anlarından biriydi doğrusu.
Kanodan iniş benim için biraz sancılı oldu. O konuya girip de sizlerin de canını sıkmak istemem, nihayetinde ayakkabılarım ıslandı işte. Yorucu geçen bir aktivitenin sonunda odalara çekilip biraz dinlenirken annemin getirdiği nevalelerden de nemalanmayı ihmal etmiyorduk. Bu esnada yanımızdan iki kişi eksikti, zira heyecan meraklısı iki elemanımız buz gibi suya rağmen nehire girmek için aramızdan ayrılmışlardı. Geride kalan bizler güneşten mayışmış bir şekilde kendimizden geçmişken arka taraftan gelen "Takır takır!" sesleri ile irkildim. Meğerse bizim nehircilerin soğuktan titreyen dişlerinden gelmekteymiş sesler. "Allah iyiliğinizi versin" diyerek kendilerine karşı olan düşüncelerimi dile getirdim. Akabinde bir kısmımız güneşin nimetlerinden faydalanmaya devam ederken ben ve partnerim de penaltı çekişip köpeklerle eğleniyorduk.

Akşam yavaş yavaş yaklaşırken gene üç kişi olarak Aya Nikola Kilisesi'ni gezmeye, iki mum dikmeye karar verdik. Fakat beklediğimizi bulamadık, zira korunmayan kilise büyük oranda yıllara yenik düşmüş. Bir abimiz elinden geldiğince kalıntılara göz kulak ve bilgilendirme konusunda yardımcı olmaya çalışıyordu. Değerlendirilebilse din turizmi açısından oldukça büyük öneme sahip olacak bir tarihi eser ihmalkarlığın kurbanı olmuştu bir kez daha. Kiliseyi arkamızda bıraktıktan sonra patikaları takip ederek şehir merkezine çıktık. Burada insanların sıcakkanlılığına bir kez daha tanıklık ettik. Kasap amcanın "Buraya gelip de şarap içmeyen günaha girer" sözleri gecemize yön verdi ve en yakın büfeden iki şişe şarabı yanımıza aldık.
Artık hava kararmıştı ve elimizde yiyeceklerle aşağıya, pansiyonun olduğu yere indik. Ancak mangallık yiyecek aldığımızdan uygun ortamı sağlamak gerekiyordu. Bu ortamı da kaldığımız pansiyonun sahibinin kardeşinin işletmesinde bulduk. Burada ailenin babası - ki ilerleyen yaşına rağmen hepimize taş çıkartır- ve diğer iki kardeş ile kısa zamanda kaynaştık. Sürekli konuştuk, dans ettik, eğlendik. Aldığımız iki şişe şarap zamanla ikiye, üçe katlandı ki bunlar karşılığında oldukça komik bir meblağ talep etmeleri bizi şaşırttı. O an sıcak bir sohbetin ve arkadaşlığın kağıt parçasına bağlı olmadığına olan inancım bir kat daha pekişti. Bu esnada daha gözleri bile açılmamış köpek yavrularının da neşemize neşe kattıklarını belirtmeliyim.

Ertesi sabah Kıyıköy'deki son günümüzdü. Şehrin merkezinde deniz manzaralı bir çay bahçesinde enfes bir kahvaltının ardından küçük bir gezi yaparak deniz fenerini ve limanı gözlemledik. Gitme saati yaklaştığında içimizde geçirilen güzel anların huzurunu ve bu güzelliği bırakıp şehrin boğucu hayatına dönüyor olmanın sıkıntısını bir arada yaşıyorduk.
Bense içimden "Ne olursa olsun bir kez daha gelinir ki buraya" diyerek kafamı cama dayayıp uykuya dalıyordum.
Not: Bu geziye katılanları listelemem gerekirse;
NeSs, SopHia, spinelli,
Erhan E.,
ozgun, barış emek ister ve
saduman. Hehehe. :)



